Türk milliyetçilerinin önünde iki seçenek var, “Ya birleşip sistemi yeniden kuracaklar ya da bireysel çıkarlar uğruna sistemin bekçiliğini yapacaklar,” demiştim ya.
“Sistemin bekçiliğini yapacaklar” deyince aklıma bu tercihi yapanlar için şahit olduğum ve beni üzen bir örnek geldi. Anlatmadan geçemeyeceğim.
Bu ülke siyasetçilerinin, üzerinde mutabık kalarak, bir türlü kalıcı bir düzene sokamadığı, her iktidarın kendi zihniyetine göre değiştirdiği ve belki de ülke olarak bütün sorunlarımızın ana kaynağı, “öğretmen yetiştiren okulların eğitim sistemi” olmuştur.
“Öğretmen yetiştiren okulların eğitim sistemi” 12 Mart 1971 askeri muhtırasıyla devrilen, Demirel Hükümetinden sonra bir kere daha yeniden değiştirilir.
Askeri vesayet altındaki Naim Talu başbakanlığında kurulan 36. Türkiye Hükümeti döneminde 24 Haziran 1973 tarihinde çıkarılan 1739 Sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu ile dört yıllık ilköğretmen okulları, üç yıllık öğretmen lisesine dönüştürülür. Aynı yönetmelikle her kademe öğretmenin yetiştirilmesinde yükseköğrenim şartı getirilir. Sınıf öğretmeni yetiştirecek okullar da liseden sonra iki yıllık eğitim enstitülerine dönüştürülür.
1973 Türkiye genel seçimleri sonrasında, Bülent Ecevit tarafından kurulan CHP ve MSP koalisyon hükûmeti döneminde, 1739 Sayılı Kanun hükümleri uygulanmaya konulur. Kanuna göre, 1974-1975 öğretim yılında, dört yıllık ilköğretmen okullarının bir kısmı “iki yıllık eğitim enstitüsüne” dönüştürülürken, geriye kalanların ise eğitim öğretime “üç yıllık öğretmen lisesi” olarak devam etmesi planlanır. Ecevit’in, yeniden seçimlere gidileceği düşüncesiyle 8 Eylül 1974’te istifasını vermesinin ardından hükümet düşer.
31 Mart 1975 tarihinde Adalet Partisi, Millî Selamet Partisi, Cumhuriyetçi Güven Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisinin koalisyonuyla, Süleyman Demirel'in başbakanlığında, Birinci Milliyetçi Cephe Hükûmeti, kurulur. Ancak Ecevit hükümeti zamanında dört yıllık ilköğretmen okullarına atanan devrimci yöneticiler hala görev başındadır.
Birinci Milliyetçi Cephe hükümetinin Milli Eğitim bakanı Ali Naili Erdem, Ecevit hükümeti döneminin Milli Eğitim Bakanı Mustafa Üstündağ’ın atadığı üst düzey yöneticileri değiştirir. Yeni bakan, Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğüne Ayvaz Gökdemir’i atar. Ayvaz Gökdemir ile birlikte eğitim enstitülerinin yönetici kadrolarına da milliyetçi yöneticiler atanmaya başlanır.
Yeni kanuna göre iki yıllık Eğitim enstitülerinin biri de 1975-1976 öğretim yılında doksan öğrenciyle, iki şube olarak Çanakkale Öğretmen Okulu binasında, faaliyete geçer,
Okulun yönetimi değişmiştir ama o öğretim yılı, öğretmen okulu öğrencileriyle birlikte okulun genelinde, devrimci öğrenciler sayısal üstünlüğe sahiptir. Üstelik o yıl devrimci öğrencilerin arasına, eğitim enstitüsü öğrencisi olarak Diyarbakır’dan gelen ve birlikte hareket eden 17 Marksist Kürtçü militan daha eklenmiştir. Okul içindeki eylemleri başlatan ve yöneten bu grup, ülkücü öğrenciler ve okul idaresiyle sürekli çatışma halindedir.
1976 ve 1977 yılları, gençlik arasındaki silahlı iç çatışmaların gittikçe artmaya başladığı yıllardır. Bu öğretim yılında Çanakkale Eğitim Enstitüsüne gelen öğrencilerin çok büyük bir kısmı ülkücüdür. Artık denge ülkücüler lehine değişmiş ve sayısal üstünlük ülkücülere geçmiştir.
Sayısal üstünlük ve yönetimdeki değişiklikle birlikte bu sefer, Adana, Malatya ve Elâzığ’dan gelen ve devrimci öğrenciler üzerinde terör estiren, sayıları on ile on beş arasında değişen ülkücü bir grup vardır. Neredeyse bütün eylem ve söylemlerde hep en önde yürüyen bu grup, özellikle geçen yıl okulda baskın güç olan Diyarbakırlı 17 militanı hedef almıştır. Bu baskıya daha fazla direnemeyen geçen yılın Diyarbakırlı Kürtçü devrimcileri okulu terk eder.
İşte bu ülkücü grup içinde bazı öğrencilerin, okuldan mezun olduktan sonra o yıllarda adından çok bahsedilen Murat Bayrak’ın yanında işe girdiğini öğrendim.
Öğretmen olarak mezun olan bu arkadaşlarımızın ne tür bir iş yaptıklarını sorduğumda, aldığım cevap beni hem şaşırtmış, hem de çok üzmüştü. Görev tanımları “patronun yakın koruması,” görevleri ise kaba kuvvet kullanarak fabrikada çalışan işçilerin sendika kurmalarını ve greve gitmelerini engellemekmiş.
Murat Bayrak kim midir?
Tekstilci…
1917 yılında Yugoslavya’da doğmuş,
İkinci Dünya Savaşı sırasında Boşnaklardan kurulu 13. SS Waffen Dağ Tümeni’nde görev yapmış. Tito’cu sosyalistlerle savaşmış. Naziler kaybedince Türkiye’ye gelmiş.
Türkiye’de Sancak Tül Fabrikası ve Sancak Air havayolu şirketini kurmuş.
1973 Genel Seçimlerinde Adalet Partisi’nden Çanakkale milletvekili seçilmiş. Daha sonra MHP’ne geçip Genel İdare Kurulu Üyesi olmuş bir işveren…
Aranızda, “Ne var bunda? İnsanlar hayatını kazanmak için iş seçerken, tercihlerini kendi istedikleri istikamette kullanmasın mı?” diye soranlar olacaktır.
Bizim eleştirdiğimiz, insanlar özgür tercihleri değil elbette. Uğrunda savaştıklarını söyledikleri ideallerine ters düşecek faaliyetlerin içinde yer almalarıdır.
Savunduğu sistem, işçiyi fabrika yönetimine ve sermayesine ortak etmek, sermaye karşısında güçlü olsun diye işçilerin, her iş kolunda mecburi ve tek sendika kurması olan bir Türk milliyetçisi, işçi düşmanı olamaz.
Sisteme karşı savaşının, “kendi emekçi insanının alnındaki teri görme çabası olduğunu,” söyleyen bir ülkücü, patronun sermayesini korumak için grev kırma görevi üstlenemez.
Şartları her ne olursa olsun, bir ülkücünün, patrona karşı hak arayan işçilerin ellerindeki tek silah olan, sendikalaşma ve grev hakkını kullanmasını engellemek, savunduğu fikirle bağdaşamaz.
Gelelim bu hikâyeyi neden anlattığıma:
Bir zamanlar, bu hikâyede anlattığım gibi bizimle aynı saflarda yer alıp aynı söylemi savunan ama aynı inanç ve düşüncede olmayan kişiler aramızda oldu. Bundan sonra da olacaktır. Bugün bulundukları konumları itibarı ile önemli makamları işgal ediyor olsalar da benim bundan sonra söyleyeceklerim onlara değil. Çünkü onlarla söylem dışında, ne duygusal ne düşünsel ve ne de inanç olarak paylaştığım ortak bir değerim yok.
Benim bundan sonra söyleyeceklerim, gerçek inanmışlara, inandıklarına göre yaşayanlara. “Birleşip sistemi yeniden kurma” ideallerinde sapma olmayan “Türk milliyetçileri ve gerçek ülkücü” dava adamlarına…
Hani başaramadık dedim ya… “Başaramadık ama bu başarısızlıkta en çok da kendimize yenilmişiz. Ama bu yenilgi, bir bitiş değil, bir yorgunluk, bir yüzleşme… Yarım kalan büyük bir hikâyenin yeniden yazılabilmesi için bize de bizden sonrakilere de tecrübe oldu,” diye.
Artık, kime yenildiğimizi biliyoruz. En çok da yeniden yola çıkarken kimlerden uzak duracağımızı…
Şimdi daha bilinçliyiz. Neden başaramadığımızı bildiğimize göre, başarmak için ne gerektiğini de biliyoruz demektir.
Öyleyse başarabiliriz…
Şimdi önümüzde iki seçenek var.
Biri “iyimser seçenek,” diğeri “kötümser seçenek…”
Devam edecek…

YORUMLAR