SANA BEN HAYALLER DÜŞLER BÜYÜTTÜM… (39)
Ertuğrul Özgün

Ertuğrul Özgün

MEMLEKET İŞLERİ

SANA BEN HAYALLER DÜŞLER BÜYÜTTÜM… (39)

03 Mayıs 2025 - 07:21

"Aydınların Aydınlatamadığı Halkı, Soytarılar Aldatır."
Cemil Meriç, (1916-1987)
“Karşılıksız sevda” dedik ya…
Hani şu, vatana, millete ve devlete beslediğimiz, karşılık görmesek de sevme halimiz yok mu? Üstelik karşılığı olmadığını bile bile vaz geçmediğimiz… ErichFromm’un  “almaktan çok vermeye götüren sevgi” diye tanımladığı… Bazen bizi kederli ve hüzünlü bir ruh haline soksa da sürdürmekten haz aldığımız karşılıksız sevda…
Şimdi sizi o sevdaya… O sevdanın en başına, 1971 yılına götüreceğim.
Ortaokul son sınıftayız. Bizden bir yıl önde olan köylümüz Hakkı Özyurt Liseye başlamış. O yıllarda Araklı’da lise yok. Lise okuyacak olanlar en yakın ilçe Sürmene’ye ya da Trabzon’a gidiyor. Sürmene’ye liseye gidenler günübirlik okula gidip eve geliyor ama Trabzon’a gidenler orada ev tutuyor ve haftada bir köye geliyorlar.
O sene köydeki üniversiteli gençler Köy Derneği kurmuş, ben de en başından beri kuruluşunda görev almışım. Okuma merakım, hem benim arkadaşlarım hem büyüklerim tarafından bilindiği için dernekte kurulan kitaplığın düzene konulması neredeyse bana emanet edilmiş. Yaşım 15.
Üniversite öğrencilerinin çoğu o yıllarda devrimci. Dolayısıyla gelen kitaplarda büyük oranda sol içerikli. Fakir Baykurt, Kerim Korcan, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Necati Cumali, Kemal Tahir… Halide Edip Adıvar ve Tarık Buğra da okuduğum yazarların arasında.
Dünya klasiklerini de okuyorum bu arada. Sefiller, Kırmızı ve Siyah, Vadideki Zambak, Goriot Baba… Ve Jules Verne kitapları. Zaten çocukluktan beri okuduğum çizgi romanlardan dolayı merakım olan bir de tarihi romanlar elbet. Özellikle Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun dernekte olan tüm romanları…
Bulduğum en küçük boş zamanda derneğe koşuyorum yeni gelen kitapları düzene sokuyor ilgimi çekenleri okuyorum. Yine böyle bir gün akşama yakın. Elimdeki kitaba dalmışım. Kapıyı açıp içeri Hakkı girdi. Elindeki ders kitapları ve ders defterlerini içine yerleştirdiği iki cepli klasör tipindeki, deri okul çantasını masanın üzerine koydu. Çantanın üzerindeki kitabın kapağında büyük puntolarla kırmızı renkte “Bozkurtlar Diriliyor” yazısı…
Kitabın kapağında, başındaki börkün iki yanından uzanan bükle şeklindeki siyah saçları göğsünün üzerine sarkmış, belindeki kemere zincirle bağlı kılıcın kabzasına tutmuş genç bir kız. Başı hafif öne eğik, ileri doğru bakıyor. Arkasında, aynı kıyafetleri giymiş iki erkek. Birinin eli kılıcında etrafı gözlüyorlar. Arka planda akın eden atlılar olan resim…
İlgimi çekti ismi kitabın. Kapak resmi de tabi. Bozkurdu biliyordum. Çizgi romanlardan. Tarkan Karaoğlan, Tolga, Akbulut… En son Okuduğum Akbulut çizgi romanı “Ergenekon’dan Çıkış” destanını işlemişti.
Destan şudur:
“Türkler, büyük bir savaş sonrası düşmanları tarafından yenilir. Kadın-çocuk, yaşlı-genç demeden, bütün budun, Türk soyu ortadan kalksın diye öldürülür. Canlı kurtulan küçük bir grup, ana yurtlarını terk eder. Gizli yollardan bir vadiye ulaşıp, izlerini kaybettirirler. Etrafı dağlarla çevrili “Ergenekon” dedikleri bu vadide dört yüz yıl kalır, çoğalırlar. Zamanla vadiye sığmaz olurlar… Ancak çıkış yolu yoktur. Bir demirci ustası dağın birinde demir madeni bulunduğunu, şayet madeni eritirlerse yol açılacağını söyler. Demir dağ körüklerle eritilir ve açılan yoldan dört yüz bin Türk Ergenekon’dan çıkar. Ancak ne yöne gideceklerine karar veremezler. ‘Börteçine’ adında gök yeleli dişi bir bozkurt onlara yol gösterir…”
Uzanıp çantasının üzerindeki kitabı elime aldım. Önce kapak üzerinde odaklandım bir süre. “Yazan Atsız” yazıyordu başlığın hemen altında daha küçük ve siyah harflerle. Hakkında hemen hemen hiç bilgim yoktu. Köy bakkalı önünde üniversiteli abiler kendi aralarında tartışırken biri öbürüne, “Atsız’ın, ‘Yolların Sonu’ şiirinde dediği gibi, Yufka yüreklilerle çetin yollar aşınmaz,” demişti. Söz de Atsız adı da ilgimi çekmişti ki unutmamışım. Önce anlam verememiştim “Atsız” adına da sormuştum abiye, “Atı mı yok?” diye. Abi gülümsemiş, “adı Atsız,” demişti.
Sonra arka kapağını çevirip okudum. Hakkı yanımda oturmuş beni izliyordu. Benim kitap okuma merakımı bildiğinden sordu:
“Okumadın mı?”
“Hayır,”dedim. “Okumadın.”
“Hayret,” dedi. “Bu ara çok okunuyor. Hatta bu ikinci kitap. Yazarın, ‘Bozkurtların Ölümü’ adındaki birinci kitabının devamı. ‘Ocak’ta satıyorlar, ‘Ocak’tan aldım.
“Ocak neresi?” diye sordum.
“Ülkü Ocağı,” diye cevap verdi ve sonra ocakla ilgili bilgi vermeye başladı. Sürmene de lise başlayınca liseden edindiği arkadaşlarla yeni açılan Ülkü Ocağı’na gitmeye başladığını, haftada bir gün Üniversiteden büyük abiler ve hocalar gelip seminer verdiğini, tavsiye ettikleri kitapları Ocak yönetiminin getirip öğrencilere sattığını, kendisinin de önce Bozkurtların Ölümü, bugün de Bozkurtlar Diriliyor’u aldığını, anlattı.
“Okuya bilir miyim?” soruma, “Olur,” dedi. “Ama önce birinci kitabı okumalısın.”
Birkaç gün sonra yine uğradı Hakkı. Elinde yine Bozkurtlar Diriliyor, kitabı vardı. “Bir türlü bulamadım. Galiba birinci kitap kayboldu. İstersen bunu oku,” dedi. Kitabı aldım. Eve gidince buruk bir istekle, birinci kitap Bozkurtların Ölümü’ nü okumadan, ikinci kitap Bozkurtlar Diriliyor’ u okumaya başladım.
“Çin kağanı Tay-tsung çok düşünceli idi. Birkaç gündür kendisinde bir başkalık, anlaşılmaz bir değişiklik seziyordu. İlk önce bunun ne olduğunu anlamadan içinde rahatsızlık duymuş, sonra düşüne düşüne rahatsızlığın nereden geldiğini bulmuştu: Korkuyordu. Hele gün battıktan sonra her karaltı, her gölge onu ürkütüyor, şu uğursuz ihtilalcilerden biri karanlıklar içinden çıkarak kendisine doğru yay gerip ok fırlatacak sanıyordu. O, ihtilalcilerden birçoğunun başkentte gizlenmiş olduğuna inanıyordu …”
Bu sözlerle başlayan roman daha başlar başlamaz merakımı alevlendirmişti.
Kitap, Göktürklerin, Kür Şad ve kırk askerinin Çin imparatoruna karşı giriştikleri ihtilal sırasında kahramanca ölümünden kırk yıl sonra Çin esaretinden kurtulduğunu, ancak bölündükleri için devlet kuramadıklarını, Kür Sad’ın ölümünden sonra, Kutluk Şad önderliğinde yeniden devlet kurmak için çalıştıklarını, anlatmaktadır.
Kürşad İhtilali’nden sonra Çin esaretinden kurtulan bir grup Türk, birleşip devlet kurmak için harekete geçerler. Kutluk Şad, Tonyukuk ve Boyla Bağa Tarkan’la birlikte Ötüken Devleti yeniden kurulur ve Kutluk Şad, İlteriş Kutluk Kağan unvanını alır. Urungu da Kutluk Şad'ın yanında yer alır.
Urungu, Kür Şad’ın oğludur ancak annesinin öldüğü geceye kadar bunu bilmez. Çünkü annesi, Urungu’yu öldürmelerinden korktuğu için kendisinin Kür Şad’ınkonçuyu, Urungu’nun da Kür Şad’ın oğlu olduğunu, yıllarca gizlemiştir. Annesinin, son nefesini verdiği gece, annesi ve Urungu arasında şu konuşma geçer:
“… Urungu! Bozkurt soyunun yüce bir oğlusun. Çünkü Kür Şad’ın oğlusun. Bununla övünmek hakkındır. Ben de Kür Şad’ınkonçuyu olduğum için bütün ömrümce övündüm. Fakat bunu açığa vurmadım. Kağan olmak hakkı iken baban bu haktan vazgeçerek vuruştu. Sen de babana yaraşır oğul olmak istiyorsan Bozkurt soyundan olduğunu kimseye söylemeden yaşa. Kurt başlı gönder Ötüken’e dikilinceye kadar vuruş. Bir tegin olarak değil, Urungu olarak kal!..”
“Niçin ana?”
“Çünkü en güçlü, en iyi insan, hakkından vazgeçen insandır. En büyük kahramanlık da hiçbir karşılık beklemeden yapılandır. Kür Şad böyle yapmıştı. Ablan böyle yapmıştı. Sen de böyle yap. Senin de baban gibi olmanı istiyorum.”

Kıtaylar, Çinliler ve kuzeydeki Dokuz Oğuzlara karşı savaş yapan Göktürkler, savaşlardan galip ayrılırlar. Dokuz Oğuz Kağan’ın kızı Ay Hanım ile Kürşad’ın oğlu Urungu arasında başlayan aşk, Ay Hanım’ın savaşta ölmesiyle son bulur. Kürşad’ın oğlu Urungu ise hayatta kavuşamadığı sevgilisini yanına alıp Ölüm Uçurumu’ndan aşağıya atlar.
Devam edecek…
 

YORUMLAR