SANA BEN HAYALLER DÜŞLER BÜYÜTTÜM… (41)
Ertuğrul Özgün

Ertuğrul Özgün

MEMLEKET İŞLERİ

SANA BEN HAYALLER DÜŞLER BÜYÜTTÜM… (41)

09 Mayıs 2025 - 18:10

"Aydınların Aydınlatamadığı Halkı, Soytarılar Aldatır."
Cemil Meriç, (1916-1987)
“… Kür Şad hiç söz etmeden gelenlere doğru at saldı. Dokuz arkadaşı da öyle yaptılar. Karanlıkta, at üzerinde sert bir vuruşma başladı. Bu artık son çarpışma idi. Bögü Alp ileriye atılırken bir an için yine Kıraç Ata’nın sözlerini hatırladı: “Yağmur yağıyor… Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz… Budun kurtuluyor… Adınız unutulmayacak… 1300 yıllık ölümden sonra dirileceksiniz… Acunun batımına dek adınız gönüllerde kalacak…”
Kıraç Ata’nın bütün dedikleri doğru çıktığı için Bögü Alp budunun kurtulacağına, bin üç yüz yıllık ölümden sonra dirileceklerine, acunun batımına kadar adlarının gönüllerde kalacağına inanıyordu. Bu inançla dövüştüğü için hepsinden daha yaman vuruşuyordu.
Kür Şad’ın böyle bir inancı yoktu. O, umutsuzluğun verdiği acı ile vuruşuyor, kırıyor, deviriyordu.
Yüzbaşı Yağmur güleç yüzünü hiç değiştirmeyen yarasıyla kılıç savuruyor, at şahlandırıyordu.
İki genç onbaşı, Karabudak’laÇıgayBörü yan yana kılıç indiriyorlardı.
Gümüş, babası Çalığın bir hikâyesini hatırlıyordu: Gümüş’ün dedesinin adı da Gümüş’tü. İşte o Gümüş böyle bir çılgın suyun kıyısında dövüşürken suya düşmüş, fakat Tanrı kendisini kurtarmış.
TolukTüge sert naralar atıyor, kılıcı kırılmış olan Tunga kılıç kını ile çarpışıyordu. Kendilerini değil, birbirlerini koruyorlardı.
… Bögü Alp da ölümcül bir yara almış, atından düşüyordu. Son bir iş yapmak için elini bıçağına attı. En yakın Çinliye fırlatarak gırtlağına sapladı. Sonra kendisini çamurlu toprağa bırakırken “bin üç yüz yıl sonra…” diye mırıldandı.
Şimdi Kür Şad tek başına kalmıştı. TolukTüge kılıçla öldürülmüş, ÇıgayBörü at üstünde belinden kavradığı bir Çinli ile birlikte ırmağa düşmüş, Küçlük de andasıYığaç’ın ölümünden sonra onu vuran Çinliyi tepelerken can vermişti.
Kür Şad, ölmüş Çinli yığınları üzerinde tek başına Çin kağanlığına karşı vuruşuyordu. Yalın kılıçtı. Börkü düşmüş, kaftanı parça parça olmuştu. Göğsü açıktı. Göğsünden, alnından, yanaklarından, boynundan kan sızıyor, fakat o yine vuruşuyor, dövüşüyor, çarpışıyordu.
O şimdi yarı tanrı gibi bir şeydi. Ölümü de başka türlü olmalıydı. Kırk kahraman birer birer düştükten sonra o hâlâ ayakta idi. Uzun saçları omuzlarında uçuyor, gözleri kıvılcımlar saçıyor, kolu yıldırım hızıyla kalkıp iniyor, her inişte bir Çinliyi deviriyordu.
En sonra ölüm kızı onun eline bir sağrak sundu. Kür Şad bu acı sağrağı gözünü kırpmadan içti. Atının yelesine kapandı. Başını dayadı. Sağ elinde kılıç hâlâ sımsıkı duruyor, sol eli sarkıyordu. Kür Şad ölmüş, fakat attan düşmemişti.
Ölmüş, fakat yenilmemişti…”
Tam boğazımın ortasına bir yumru takılmıştı sanki. Bir kaç kere yutkunmak istedim ama nafile. Göz kenarlarımın yaşla dolduğunu hissettim. Sınıf başkanıyım ve etütlerde öğretmen masasında oturuyorum yüzüm öğrenci arkadaşlarıma dönük. Göz kapaklarımı hareket ettirsem yaşlar boşalacak. Yavaşça kitabi kapattım kalkıp kapıyı açtım ve lavaboya yöneldim. Hıçkırıyordum. Hıçkırık sesim duyulmasın diye de kendimi olabildiği kadar kasıyordum. Lavaboya girdiğimde sesli olarak hüngür hüngür ağladım.
İyice rahatladıktan sonra geri döndüm. Geri döndüğümde okumadığın bir buçuk sayfa vardı. Yani son bölüm.
“… Yağılar, onun yiğit başını gövdesinden ayırıp Çin kağanına götürdüler. Çin kağanı, bütün saray, bütün Siganfu ondan tirtir titremişti. Bu titreyiş yalnız Kür Şad’dan değil, onu yetiştiren ırktan geliyordu. Kür Şad ölümüyle budununu kurtarmıştı.
Sarayın adamları Kür Şad’ın ocağını söndürmek için bütün şehri aradılar. Kür Şad’ın dört yaşındaki oğlunu bulsalar yok edeceklerdi. Konçuyu ve on üç yaşındaki kızı ihtilâlin çıkacağını biliyorlardı. Kızıyla kısa bir konuşma yaptıktan sonra konçuy, oğlunu alarak bilinmedik bir yere doğru gitti.
Kür Şad’ın kızı ölüme mahkûm edildi. Onbaşı Ay Kutluğun babasıyla Turumtay’ın ecesi(ağabey) de idam cezası almışlardı. Kür Şad’ın kızıyla Ay Kutluk’un babası yüce soydan oldukları için Türk türesince yay kirişiyle boğularak öldürülmeleri gerekirdi. Çin kağanı, hakaret olsun diye, okla öldürülmelerini buyurdu.
O akşam Çin sarayının bahçesinde üçü de oka tutuldular. Kür Şad’ın kızı ortada duruyordu. Yirmi Çeri nişan almıştı. Bir buyruk işitildi. Arkasından keskin bir vınlayış…
İki erkek, düşmesin diye Kür Şad’ın kızını kolundan tutuyorlardı. Kendileri yaşadıkça Kür Şad’ın kızı toprağa düşemezdi. Birkaç kısa an onu ayakta tutabildiler. İlk önce Ay Kutluğun babası düştü. Turumtay’ıneçesi diz çökmüş olduğu halde onu hâlâ ayakta tutmağa çabalıyordu. Sonra o da kapaklandı. En son düşen, dört okla yaralanmış olan Kür Şad’ın kızı oldu…
Birden buralar bulutlandı. Sis gibi, duman gibi, fakat onlardan daha başka, daha güzel bir şey çevreyi sardı. Sonra birdenbire bu dümdüz beyazlığın üzerinde, yerden birisinin kalktığı görüldü. Elinde yerden kaldırılmış, gönderi kurt başlı bir tuğ vardı. Yarasından kanlar akan bu hayalet Kür Şad’dı.
Bir eliyle tuğu yükseltirken, öteki eliyle duman alana bir işaret yaparak “Kalkın” diye haykırdı. Kırk şehit birden kalktılar. Kür Şad eliyle ilerde bir yeri gösterdi. “Oraya” diye gürledi. Gösterdiği yer “Tanrı Dağı” idi. Tepesinde ataların ruhu dolaşıyordu. Kırk bir şehidin ruhu bir fırtına gibi, bir musikî gibi, bir ışık akarak Tanrı Dağı’na doğru yürümeğe başladılar…
Onları orada, başlarında Alp Er Tunga olan atalar kafilesi bekliyordu. Bu kırk bir şehidin çevresini bir anda yüz binlerce başka şehitler sardı. Tanrı’nın huzurunda başlayan bu en muhteşem resmigeçit büyük, sonsuz boşluğu sarsarken birdenbire bir türkü; azametli, ürpertici, Tanrısal bir türkü kâinatı titretti:
Delinse yer; çökse gök; yansa, kül olsa dört yan
Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.
Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan,
Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz!..
Bu türkü hâlâ göklerde çınlıyor. Kür Şad ve kırk arkadaşı, aylı kızıl bayrağı bekleyerek hâlâ ufukları gözlüyor…”
İşte o karşılıksız sevda böyle başladı…
İlk okuduğumda boğazıma düğümlenen, elli dört yıl sonra bugün yazarken de aynı yoğunlukla göğsümü kabartan, gözlerimi dolduran bu satırlarla...
Türklük gurur ve şuuru, "Biz bu ‘Türk’ adını devletimize yeniden vermek için tam 900 yıl bekledik,” diyen, Atsız’la yeşerdi, o çocuk yüreğimde. Onun destansı anlatımıyla, kitaplarında nakış nakış işlediği “Türklük sevdası,” gönlüme düştüğünde, yaşım on beşti.
Devam edecek…
 

YORUMLAR