"Aydınların Aydınlatamadığı Halkı, Soytarılar Aldatır."
Cemil Meriç, (1916-1987)
Devleti ilk tanıdığımda da yaşım on beşti…
Ortaokulu bitirdikten sonra, parasız yatılı öğretmen okullarının iki kademeli sınavına girmiş ve sınavı kazanmıştım. Aynı sınavı kazanan köylüm Süleyman’la birlikte yola koyulmuş, kayıt yaptırmak için, Artvin Erkek İlköğretmen Okulu’na gelmiştik. Okul müdür yardımcısı, ana kucağından ilk defa ayrıldığımız o gün bizi gülen bir yüzle karşılamış, “Hoş geldiniz evladım,” diyerek ellerimizdeki evrakları almıştı.
Kayıt işlemlerini tamamladıktan sonra poşet içindeki ders kitaplarımızı elimize tutuşturmuş, sonra da yanına çağırdığı hizmetliye, üzerine bir şeyler yazdığı pusulayı uzatıp, “Çocukları yatacakları koğuşa götür. Önce ellerindeki valizlerini dolaplarına yerleştirsinler. Sonra yatak takımlarını ver, yataklarını nasıl düzelteceklerini göster, daha sonra da sınıflarına götür,” diye talimatlar vermişti.
Müdür yardımcısı, tekrar bize dönerek, “Şimdi öncelikle yerleşin. Sonra da vücut ölçüleriniz alınıp elbiseleriniz ve ayakkabılarınız verilecek. Ders saatleri, yemek saatleri ve etüt saatleri sınıflarınızdaki panolarda asılı. Bir sorununuz olduğunda sınıf rehber öğretmenlerinize bildirin. Onun çözemediği sorunlarınız olunca da bana gelebilirsiniz. Unutmayın, biz burada büyük bir aileyiz. Hadi hayırlı olsun!” demişti.
Müdür yardımcısının bizi kendi çocukları gibi sahiplendiği o ilk gün, büyük bir aileye ait olduğumu hissetmiştim.
İlk tanıdığım devlet büyük bir aile, gülen bir yüzdü…
Hizmetlinin, “Bunlar iki adet battaniye, bu nevresim, bu çarşaf, bu pike bu da yastık kılıflarınız. Bunları alıp beni takip edin şimdi. Size yatağınızı nasıl düzenleyeceğinizi göstereceğim,” dediğinde, “nevresim ve pike” sözcüklerini ilk defa duymuştum. Bir de müdür yardımcısının söylediği “etüt” sözcüğünü. Daha önceleri köy evinde yatma zamanı sedir üzerine serilip, sabah kalkınca toplanan yer yatağında kullandığımız bir şey değildi herhalde nevresim ve pike, diye aklımdan geçirmiştim. Sonra hizmetlinin açıklamasıyla ne olduklarını artık öğrenmiştim ama “etüt” ne demek hala çözememiştim.
Yatakhane binasının ikinci katındaki uzun koridorda bizim de kendisini takip etmemizi isteyen hizmetli, kapıları açık, içinde üst üste ikili yatakların olduğu odalardan birine girmişti. “Bu ranza boş. Sizin yataklarınız bu ranzada,” deyince, üzerlerine yatakların yerleştirildiği, kenarındaki sabit merdivenle üstteki yatağa çıkılan, üst üste yapılmış demir yatak yerlerine “ranza” denildiğini de ilk defa o zaman öğrenmiştim. Hizmetli, bir yandan yatakları düzenlerken bir yandan da bu işlemin nasıl yapıldığını anlatıyordu. Artık kendime ait tertemiz beyaz çarşafla örtülmüş tek kişilik bir yatağım vardı.
Devlet, büyük bir yuva, sıcak bir yataktı…
Hizmetli işini bitirip gittikten sonra, onun hazırladığı yatakta oturmuş, müdür yardımcısının tebessüm eden yüzünü hatırlamıştım. Hatırlamış da sonra içimden ılık bir şeylerin aktığını hissetmiştim. Trabzon’un Araklı İlçesinin, Yeşilce köyünden, yetim Sinan’ı alıp sıcak bir yuvaya yerleştiren, yatacak yer, yatak mefruşatı, okul kitapları veren devletti. Müdür yardımcısı söylemişti. Bundan böyle beni yedirip içirecek, karnımı doyuracak, üstümü giydirecek, her türlü ihtiyacımı karşılayıp eğitecek, üstelik bir de meslek sahibi yapacak, bir ana şefkatiyle bağrına basacak, koruması altına alacak olan da devletti.
Devlet anaydı…
Evet, devlet anaydı… Bir annenin, şefkat ve sevgisiyle sarıp sarmalayan, üşüyünce üzerini örten, acıkınca karnını doyuran, üzülünce göğsüne bastıran anaydı devlet.
Yalnız ana mı? Bir de babalık yanı vardı devletin. Çocuklarının arasında ayrım yapmayan, adaletle hükmeden, hak edip kazananın hakkını teslim eden, sınavlar koyup, yoksul ama yetenekli çocukları seçerek onları devletin imkânlarıyla eğiten, haksız ama güçlü olanın, haklı ama güçsüz olan üzerinde baskı kurmasına izin vermeyen, çocukları arasında ayrım yapmayan, adaletle hükmedendi devlet. Baba bilmiyordum ama baba böyle bir şey olmalıydı herhalde. Hak hukuk gözeten evlatları arasında ayrım yapmayan başka ne olabilirdi ki. Baba böyle olmalıydı…
Öyleyse devlet aynı zamanda da babaydı…
Hani “karşılıksız” diyoruz ya sevdamız için. Öyle pek de karşılıksız değilmiş devletle olan bağımız. Devlete karsı beslediğimiz sevdanın oluşmasının altında, devletin ana şefkati, baba adaleti vardı. Vatanın nimetlerinden en yoksul olanın en kimsesiz olanın da yararlanmasını sağlayan, güçsüzü koruyup kollayan, hak, hukuk gözeten ve adaletle hükmeden sığınak olmasıydı devlete olan bağlılığımız. Yani sevdamızın bir karşılığı varmış.
Böyle tanımış, böyle bilmiştim devleti. Ona borçlu hissetmiştim kendimi. Beni köyden yoksul bir ailenin yetim çocuğu olarak alıp öğretmen yapandı devlet. Ben de devletin verdiği görevleri yapacak, gönderdiği yerlere gidip hizmet edecektim elbet. Devlete gelebilecek her türlü zararı önleyecek devletin yaşaması için gerekirse her şeyimi feda edecektim. Evet, her şeyimi… Gerekirse canımı… Kür Şad ve kırk arkadaşı da aynı şeyi yapmamış mıydı? Ne olacaktı ki başka?
Böyle tanıyıp bildiğim için de bir o kadar sevmiştim devleti. Sevdikçe bağlanmış, bağlandıkça sevmiştim. Onun için ne görev verirse yapmayı, devlete karşı bir borç bilmiştim. Devlet bana baktı, besledi, okuttu, meslek sahibi etti. Öyleyse ben de devletimiz dünya üzerinde daha iyi yerlerde olması, daha müreffeh, daha gelişmiş, daha bağımsız, daha özgürlükçü, daha paylaşımcı olması için çalışacaktım...
Kaynağı ne olursa olsun içerden ve dışarıdan gelecek her türlü tehlikeye karşı devletten yana olmam bu inancımdandı. Devleti sahiplenmem minnet duygusundandı.
Devlete kızılmaz, devlete küsülmez. Devlet ne yaparsa doğru olanı, olması gerekeni yapar. En adaletlisini, en hakkaniyetlisini yapar. Yasaları vardır, kuralları vardır, “Töre” si vardır devletin…
Onun için zindanlara atılmalarımıza, işkencelere maruz kalmalarımıza hatta arkadaşlarımızın idam sehpalarına gönderilmelerine rağmen devleti hep sahiplenmiş, hep sevmiştim. Zulüm eden, zor kullanan, acımasız olan, devlet olamazdı. Çünkü “bir devlet vardı, bir de devleti yönetenler.” Kötülük yapanlar insanlardı… Kötü insanlar...
Devlet şefkat, devlet baba, devlet anaydı… Devlet başka, sistem başka…
Devam edecek…
YORUMLAR