SANA BEN HAYALLER DÜŞLER BÜYÜTTÜM… (45)
Ertuğrul Özgün

Ertuğrul Özgün

MEMLEKET İŞLERİ

SANA BEN HAYALLER DÜŞLER BÜYÜTTÜM… (45)

02 Haziran 2025 - 17:55

"Aydınların Aydınlatamadığı Halkı, Soytarılar Aldatır."
Cemil Meriç, (1916-1987)
Etimize budumuza bakmadan, sömürü düzenine karşı savaş açmıştık.
“Düzeni kuranlar kimlerdir? Güçleri, kuvvetleri nedir?” sorularının cevabı yoktu hiçbirimizde. Doğrusu bu sorulara cevap da aramamıştık.
İnandıklarımızı başarmakla ilgili hiçbir kuşkumuz yoktu çünkü. Mücadelemiz, inandıklarımızın gereğiydi ve masumdu. Genç beyinlerimizi büyük hedeflere kilitlemiştik. Evet, etimize budumuza bakmadan, sömürü düzenine karşı savaş açmıştık.
Önce birkaç kişiydik. Sonra çoğaldık. Yüzler, binler, yüz binler hatta milyonlar olduk. Yola çıktığımızda aramızda burjuva, aristokrat, bey, ağa ya da zengin çocukları yoktu. Hepimiz yoksul Anadolu çocuklarıydık. Onlar neden aramızda olsun ki sistemin ezilenleri bizdik. Öyleyse sistemle savaş da bizim savaşımız olmalıydı.
Her geçen gün çoğalıyor, çoğaldıkça güçleniyor, güçlendikçe başaracağımıza olan inancımız artıyordu. Okuyorduk, araştırıyorduk, tartışıyorduk, kısacası iyi yetişiyorduk. Donanımlıydık. Öyleyse başarabilirdik. Başaracaktık…
Ancak hesaba katmadığımız bir şey oldu.
Bir şekilde üretim araçlarını ele geçirmiş olanlar sahip olduklarını paylaşmak istemiyordu. Önceleri bizi, “çoluk çocuk” diyerek dikkate almayan bu egemen kesim, her demokratik seçim sonrası katlanarak sayımızın arttığını görünce endişelendi. Ellerindekilerini kaybetme korkusuyla, daha çok büyümeden bastılar başımıza.
Dünyada sistemler belli. Marksist Sosyalist sistem, Liberal kapitalist sistem… Bir de ara yerde uygulanmış Faşizm, Nasyonal Sosyalizm var. Liberal Kapitalist değil, Marksist sosyalist de değillerse olsa olsa “faşist” olur, “nasyonal sosyalist” olurlar diyerek, dünyayı kanda boğan, ırkçılığın en acımasız sistemleriyle özdeşleştirdiler inandığımız yüce değerleri.
“Böyle bir sistem nerede görülmüş,” diyerek önce inandıklarımızı itibarsızlaştırıp kendimizi, kendi milletimize anlatma şansı bile vermeden, boğmak istediler, fikrimizle birlikte bizi de.
Yılmadık. En zor şartlar altında bile inandıklarımızı milletimize anlatmayı sürdürdük. Çünkü başaracağımıza inanmıştık…
Sahip olduklarını paylaşmak istemeyenler baktılar böyle olmuyor, ne yaptıksa önünü alamıyoruz, bu başkaldırının.
Bir gün karanlık bir el tetiği çekti ve kan bulaştı masum yüreğimizle birlikte ideallerimize de.
Gençtik, delikanlıydık. İlk tetiği çekenin kimliğini ve amacını anlayamadan kendimizi çatışmanın ortasında bulduk.
Kan aktıkça kirlendik, kirlendikçe kinlendik. Sevgiyle kaplanması gereken yüreklerimize zorlayarak kin yığdılar.
Dönemin karanlık dehlizinden geçtiğimiz o günlerde, “Kanı temizlemek için sevgi serpmeliyiz kin yerine yüreklerimize,” diyecek büyüklerimiz olmadı.
Oturup düşünmemize fırsat tanımadan, “Bir, bir taraftan, bir, diğer taraftan” diyerek kırdılar genç fidanlarımızı.
Genç beyinlerimizin birer birer toprağa düştüğünü görünce, sorgulamaya başladık. Bir yanlış, bir hata olmalıydı bir yerlerde. Bizim vurmakla işimiz ne? Sevgi temelli inancımız.
Vuran da vurulan da bu toprağın çocukları… Aynı sosyal ve ekonomik sınıftan geliyoruz. Adil paylaşımdan yanayız, birbirine çok yakın ideallerimiz var. Çatışmayalım, nerede anlaşamıyoruz, oturup konuşalım, dedik…
Masaya oturtmak üzereydik ki önceden tetiği çeken karanlık elin,  bu sefer sesi duyuldu: “Emperyalizmin yerli işbirlikçileriyle bir devrimci oturup ne konuşacak,” Karşılık verdi diğeri: “Sovyet yayılmacılığının uşağı olanlar tam bağımsız olamaz. Bağımsızlığımızı tehdit altına sokanlarla ülkücü aynı tarafta olamaz.” Masayı bize tekmelettiler. Oturamadık, konuşamadık. Çok yakındık konuşmaya oysa ama başaramadık...
Biz kinlendikçe, karanlıkta gizlenenler daha çok kan akıttılar. Biz vuruyoruz sanarak bitirmeye kalkıştık birbirimizi, lakin bitiremedik. Biz bitiremedik ama bizi bitirme planları kuranlar çöktü üzerimize sonunda bir eylül sabahı, “ihtilal olgunlaştı” diyerek.
Çöktüler de sonra “Bu devletin sahibi var. Size mi kalmış devleti kurtarmak,” diyerek, aşağıladılar, küçük düşürdüler işkencelerle onurumuzu kırdılar, haysiyetimizi yaraladılar. Devlete beslediğimiz sevdamızı yok etmek için ne gerekiyorsa yaptılar…
Yatılı okullarda ilk tanıdığımız devlet babaydı, anaydı, şefkatti, zindanlarda devletin soğuk ve gaddar yüzünü gördük, devlerin gücünü elinde tutanların zalim yüzünü gördük...
Hiç mi konuşamadık aramızda? Konuştuk… Konuştuk elbet… Ama masada değil, koğuşlarda… Bizi birbirimize kırdırtarak, ihtilalin olgunlaşmasını bekleyenlerin ayrım yapmadan tıka basa doldurdukları cezaevi koğuşlarında…
Birileri çıktı, “Biz varız… Biz sizdeniz… Sizin yokluğunuzda biz doldurduk sizlerden boşalan siperleri… Katılın bize… Yeniden başlayalım,” dediler.
Ruhumuzu okşadı bu sözler, toparlanıp biz de katıldık… Yeniden başladık…
Sonra… Sonra inandığımız ve uğruna savaş verdiğimiz değerlerle bağdaşmayan sözlerle, davranışlarla karşılaştık. “Bu olmaz!.. Böyle olamaz, böyle olmamalı,” dedik… “Yok, böyledir,” dediler… “Sen bilmezsin, senin bilmediklerin var… Bilgeler var yukarımızda… Eğer bir şeyler oluyorsa, onların bir bildikleri vardır…”
Oysa on beş yaşımızdan beri bu anlayışa hep karşı gelmiştik. Birilerinin bilip bizim bilmediğimiz planların içinde olmaya o yaşlarımızda bile itiraz etmiştik. İnandıklarımızla bağdaşmaz bu demiştik. Önce en yakınımızdakilere, sonra ulaşabildiğimiz herkese:
“Ülkücü, düşünen, muhakeme edendir. Ülkücünün yerine bir başkası düşünemez, ülkücü körü körüne biat etmez. Dibini görmediği kuyuya girmez. Evet, birlik olacaksınız… Birlikte hareket edeceksiniz. Ama soracaksınız, sorgulayacaksınız… Sonunda ortak akılda buluşacaksınız,” diye anlatmıştık. Onlara da yeniden anlattık…
Dinlemediler… Dinletemedik…
Aydın hareketi olarak başlayan ancak sonraları kasaba kültürüne sıkıştırılan milliyetçiliği, şehirleştiremedik. Ülkücülüğün mafya ile birlikte anılmasına yol açanlara sesimizi duyuramadık.
Sanattan uzaklaştığımız için kültürel gelişmeyi sağlayamadık. Bizden öncekilerin kültürüne bile ulaşamadık.
En kötüsü sermaye oluşturamadık, sermaye oluşmayınca kültür ve sanata ayrılacak ne paramız ne de zamanımız oldu.
İktidara tutunduğumuz zamanlar oldu. Ancak herkesin yaptığı gibi devletin imkânlarını bireysel çıkarlarımız için kullanamadık.
Ve başladığımız o ilk yere bir daha geri dönemedik…
Düşündük sonra…
Girdabın içine düştüğümüzde bizim ağabeylerimiz yoktu, ama artık biz ağabeyiz…
Hatta babayız… Hatta dedeyiz… Ve artık eskilerin deyimi ile “aksakallılarız.”
Ağabeyler olarak şimdi bizim önümüzde iki yol var.
Ya Metin Tokdemir’in söylediği gibi: “Ülkücülük, bazen evinin bir köşesine çekilip lekesiz, onurlu bir şekilde yaşamaktır,” diyerek bir kenara çekilip ölümü bekleyeceğiz, ya da uğrunda gençliğimizi tükettiğimiz inandıklarımız için alanlara ineceğiz…
Devam edecek…
 

YORUMLAR