"Aydınların Aydınlatamadığı Halkı, Soytarılar Aldatır."
Cemil Meriç, (1916-1987)
Son söz…
En başında dedim ya, “Bu hikâye benim hikâyem.” Onun için de anlatımda “ben” dilini kullandım. Ancak bu hikâye özelde benim, genelde benim gibi düşünen, benim gibi inanan herkesin hikâyesi…
On beş yaşımda başlayan hikâyemi iki yazardan iki alıntı ile tamamlamak istiyorum.
“… Bilinen tarih boyunca, olasılıkla Neolitik Çağ'ın sona ermesinden bu yana, dünyada üç tür insan olagelmiştir: Yüksek, Orta ve Aşağı.
Bunlar kendi içlerinde de pek çok alt bölüme ayrılmışlar, sayısız ad taşımışlar, sayıları ve birbirlerine karşı tutumları çağdan çağa değişmiş, ama toplumun temel yapısı hiçbir zaman değişmemiştir. Olağanüstü ayaklanmalar ve kesin görünen değişimlerden sonra bile, tıpkı ne kadar hızlı döndürülürse döndürülsün dönme ekseni doğrultusu hep aynı kalan bir jiroskop gibi, aynı düzen hep kendini yeniden dayatmıştır.
Bu üç kesimin amaçları asla uzlaştırılamaz... Yüksek kesimin amacı, bulunduğu yeri korumaktır. Orta kesimin amacı, Yüksek kesimle yer değiştirmektir. Aşağı kesimin amacı ise –bir amacı varsa kuşkusuz, çünkü aşağı kesimin temel özelliği, ağır ve sıkıcı işlerin altında çoğu zaman gündelik yaşam dışında hiçbir şeyin bilincine varamayacak kadar ezilmesidir– tüm ayrımları ortadan kaldırmak ve tüm insanların eşit olacağı bir toplum yaratmaktır. O yüzden, ana çizgisi değişmeyen bir savaşım tarih boyunca tekrarlanıp durmaktadır.
… Tarih boyunca hiçbir somut gelişme olmadığını söylemek abartılı olabilir. Günümüzdeki çöküş döneminde bile, ortalama insan, birkaç yüzyıl öncekinden fiziksel olarak daha iyi durumdadır. Ama refahın artması da, hareket tarzındaki yumuşamalar da, reformlar ya da devrimler de, insanlığı eşitliğe bir adım bile yaklaştırmamıştır.” (George Orwell, 1984)
“… Komünizm insanları eşitlik adına köleleştirmişti. Kapitalizm de ekonomik özgürlük adına köleleştiriyor.” (AminMaalouf, Doğudan Uzakta)
Bu alıntılara bir Türk Psikiyatri Uzmanı Doç. Dr. Onur Okan Demirci’nin, “İnsan doğası gereği bencildir. Sevmek için değil sevilebilmek için sever. Vermek için değil alabilmek için verir. Güvenmek için değil güvende hissedebilmek için güvenir,” sözlerini de ekleyerek, insanların kurduğu bütün sistemlerde insan egosunun her zaman etkin güç olduğunu belirtelim.
Dönelim yeniden benim hikâyeme…
Ömrünü, hayata tutunmaya çabalamakla geçirmiş bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak, yaşadıkça gördüm ki Orwell’ın tanımladığı bilinen tarih boyunca kurulan bütün sistemlerin çarkı, tam da onun tanımladığı gibi dönüyor.
Aşağı kesimden birilerinin orta kesime, orta kesimden yüksek kesime geçtiği de oluyor elbet, ancak yöntem hep aynı. Ya İnsanlık tarihi boyunca gerçekleşen isyanlar sonrası ya yüksek kesimdeki insanların sadık kulları olarak onların bahşettiği makam, mevki, mal ve mülkle ya başkalarının malına mülküne çöken mafya yöntemleriyle ya da usulsüzlük ve hırsızlık yaparak. Mevcut sistemlerde emek ve yeteneklerini kullanarak sınıf atlayanların sayısı parmakla gösterilecek kadar az. Çünkü yarış eşit başlamıyor.
Ben dehayata, en başından eşit başlamayanların safındaydım. Ben de refah toplumunun mensubu olmak istiyordum. Onun için de tıpkı benden öncekiler gibi adalet istedim, fırsat eşitliği sunan hakça bir düzen hayal ettim. Ama kul, köle olarak değil, kazanımlarımı emeğim ve yeteneklerimle elde ederek.
Peki, nasıl olacaktı?
İnsanın, yapısı gereği her zaman kendi çıkarını koruduğu bir gerçek olduğuna ve sistemleri kuranların da önce kendi çıkarlarını gözeteceklerine göre, Fırsat eşitliğine dayalı bir sistem nasıl kurulacaktı. Başka bir yol nasıl bulunacaktı?
İşte on beş yaşımda kendimi içinde bulduğum Türk Milliyetçiliği fikir hareketinin bana vadettiği tam da benim hayalini kurduklarımdı. Daha önceki bölümlerde yer yer felsefesine değindiğim bu fikir sistemi, devletin gücünü halkın refahına dönüştüren, özel teşebbüs ile kamucu anlayışı birleştiren, sınıflar arası uçurumu ortadan kaldıran ve sosyal barışı sağlayan bir “üçüncü yol” sunuyordu.
Türk milletinin bir ferdi olarak, gönülden bağlı olduğum bu milletin yükünü sırtlayacak kadar büyük ideallerim vardı. Vadedilenler ideallerimle bağdaşınca benimseyip inandım. Çünkü benim için milliyetçilik, kuru bir slogan ya da hamaset değil; milleti ayrıştırmadan bütün olarak sevmek, birlikte yaşanmışlık, emek, bedel ve inançtı.
Bu nedendendir ki temellerini Yusuf Akçura’nın, Ziya Gökalp’in, Gaspıralı İsmail’in attığı; Atatürk’ün siyasette uyguladığı, Erol Güngör’ün geliştirdiği, rehber olarak ilmi almış, her zaman ve şarta göre yenilenebilen ve geliştirilebilen Türk Milliyetçiliği fikrinin uzak hedeflerini ülkü edindim.
Benim ülküm, derin ve karanlık ellerin, bizim için biçtikleri görevleri yerine getirmeyi değil, bu toprakları korumak için ölenleri olduğumuz kadar nimetlerinden yararlananları da olmamızı vadeder. Yeni bir sınıf olarak değil, topyekûn bir millet olarak.
Benim ülkücülüğüm, hafızası derin hikâyelerle doldurulmuş, onların yerine düşünen, üstün özellikler yükledikleri ve eleştiriden uzak tuttukları liderlerinin vereceği görevleri yerine getirmek için eğitilmiş milis bir güç olmayı reddeder.
Yine benim ülkücülüğüm, demokrasinin devlet düzenine hakim olduğu, özgür iradesiyle devlet yönetiminde alınacak kararlara ortak olmak isteyen bireylerin, özgürce ve barış içinde üreterek, hem bugün hem gelecek için müreffeh bir ülkede mutlu yaşamak idealini savunur.
Çünkü benim inandığım sistem, vatandaşlık bilinciyle, bağımsız karar vermeyi ve özgür düşünceyi besler. Bir krala, bir sultana ya da tek başına egemenliğini sürdürmek isteyen bir kimseye bağlı kul, asker ya da tebaa olmayı reddeder.
İşte ben, böyle bir dünya görüşüne inanıp hayaller ve düşler büyüttüm, gelecekle ilgili. Kendim için… Milletimiz için… Hatta bütün insanlık için…
Ancak bugün görüyorum ki benim masum ve temiz ideallerimin yerini hesaplar, birlik ruhunun yerini parçalanmalar almış. Fikir üretmenin yerine sadakat, aklın yerine itaat yerleşmiş. Aynı görüşü savunan insanlar farklı kulvarlara savrulmuş. Gerek çıkar çevreleri, gerek emperyalist akıllar ve gerekse içeriden yapılan hatalar sonucu, görevleri bu büyük fikri iktidara taşımak olanların elinde hareket küçültülmüş.
Beni bu hikâyeyi yazmaya sürükleyen de on beş yaşımdan beri içinde yer aldığım, tek başına iktidar olma potansiyeline sahip olan bu fikir hareketinin, bugünkü durağan yapısı ve bölünmüşlüğüdür. Amacım, onca emek, onca gözyaşı ve onca kan üzerine kurulmuş bu fikir hareketinin, yeniden o ilk ruhu, o ilk heyecanı yakalaması için, unutulanı hatırlatmak, bastırılan fikirleri dile getirmektir.
Bu hikâye ne kin taşır, ne de kırgınlıkla yazılmıştır. Bu hikâye, uyutulmuş iradeyi uyandırmak, hayalleri büyüterek yeniden başlama duygusunu harekete geçirmeyi hedefler.
Bu hikâye aynı zamanda bir iç hesaplaşmadır. Ülkücüler için, Türk milliyetçileri için ve genç kuşaklar için bir iç hesaplaşma… Sustukça uzaklaştığımız değerlere, büyüttüğümüz hayallere, terk ettiğimiz yollara dönmek isteyen, sorgulayan, hataları fark eden ve yeniden birlik ve bütünlük arayan herkes için bir iç hesaplaşmadır...
Ben ise bu hikâyemde, susmayı değil konuşmayı, unutmayı değil hatırlamayı, itaati değil sorgulamayı seçtim. Çünkü “Bilen biri var, o ne derse odur” anlayışı ile düşünce üretmenin çökertildiği, “Lider, teşkilat, doktrin tartışılamaz” sloganı bir kalkan gibi kullanılarak eleştirel düşüncenin önünün kesildiği böyle bir dönemde, özümüzde var olan fikrî gelişme, eleştirel akıl, bilimsel yöntem ve özellikle de özgür ülkücü vicdan bunu gerektirir.
Onun için “benim hikâyem” diye anlattıklarım, sadece benim hikâyem değil; bir dönemin, bir kuşağın, bir fikrin ortak yüküdür. O yüzden bu hikâye yalnızca bir anı değildir. Eleştirel bir hatırlayış, onarıcı bir yüzleşme ile fikrî bir yeniden doğuşu amaçlayan çağrıdır…
Sana ben hayaller düşler büyüttüm… Ve hâlâ büyütüyorum.

YORUMLAR